Tam da tarih cökerken beliren ates insanlarina cicek atmistir Stefan Zweig. Her cagin yenilmislerine, uzagi iyi görenlere, kenar insanlarina, menzili yurt tutanlara, ucurumlara tirmandikca burclara düsenlere, cig altinda kalsa da kulaginda karanfil tasiyanlara adamistir yazma yetisini. Unutmadik bizler de, bugulu bir safak vakti diz cökmüs dünyaya veda eden Zweigi. Öyle ki Zweig, aci kemirdikce yüzünü gülmeye cüret etmistir; esirgemeden söylemistir sözünü; söylemis ve ruhunu kurtarmistir
Zweig gibi sevmek Evet, insana inancin can cekistigi cagimizda, dünyayi yeniden büyülemek icin onun gibi sevmek, bilissel olmanin cok ötesinde, gündelik yasamin kaleleri güc, zenginlik ve iktidar mekanlari; deger, anlam ve yapinti özne piramitleri karsisinda ontolojik bir reddiye olabilir ancak. Zweig, biyografilerini yazdigi kisileri sevmistir Onun icin sevgi ölcüsüzlüktür ve bu ölcüsüzlügün maddi temeli, verili haliyle dünyanin yetersizligidir. Bizler onun yazdiklarini okurken, onun bu kisilerin acilarini duyumsadigini sezeriz. Onu ceken seyin bu sahsiyetlerin cektikleri acilar oldugunu bile söylemek mümkündür. Fakat onun aciyla iliskisi poetiktir ve bütün praksisi bu paralaksta bicimlenmistir; mesiyanik cileci bir aci anlayisi ona cok uzaktir. Her ne kadar metne adamis olsa da yasamini, yazdiklarinda salgiladigi imgeler, onun icindeki ressamin metne musallat olan dogasidir. Yasamini anlattigi birinin herhangi bir anini, o ana anlamini veren duygusunu, düsüncesini, bedeninin aldigi formu, icinde belirdigi mekani betimlerken olusan resimsel durumu görmemek mümkün degildir. Tolstoyda gördüklerini isiten ve Dostoyevskide isittigini gören Zweig, Shakespearede tenin dünyasini kat etmistir.